İş hayatıma Siemens’te başladığımda Siemens 129 yıllık tarihçesi bulunan ve 100’den fazla ülkede faaliyet gösteren küresel bir şirketti. O zamanlar bugün olduğu gibi öyle herkesin telefon hattı yoktu. Ancak belli pozisyonlardaki çalışanlara verilen telefonlar vardı. Henüz internet veya faks yoktu ve kullandığımız en yaygın iletişim aracı da Siemens’in T1000 model Teleprinter’ları idi. Yine de bu durum, şirketin dünya çapında faaliyet gösteren büyük bir ağ olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Ben de bu ağın nasıl olup da tam bir uyum içerisinde çalıştığını merak ediyordum. Başka ülkelerde çalışma isteğim buradan başladı. Beni her zaman büyüleyen bir kavram olarak ‘yeni’ye ve bilmediğimi öğrenmeye bitmek bilmez bir merak duydum. Hayatımı ‘devingen’ tutan kişisel özelliğim hep ‘yeni’ye ya da başka bir deyişle ‘yabancı olana, bilinmeyene’ duyduğum bu merak” oldu. Örneğin bugün sosyal medyanın yeni bir kavram olarak hayatımızı ve sosyal sistemi değiştirmesini ve muhtemelen tüm gelecek nesilleri de etkileyecek olmasını çok çarpıcı buluyorum. ‘Yeni’ye duyduğum bu merak, Almanya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşmemi hayatımı değiştiren en önemli dönüm noktası yaptı.
Kabul etmeliyim ki, içinde yetiştiğim ve genelde her şeye kuşkuculukla yaklaşan Türk ve Alman kültürlerinden sonra, her yeni fikri ‘bu harika’ diyerek ve önyargısız biçimde karşılayan Amerikan yaşam tarzı başlangıçta bana çok ‘yüzeysel’ görünmüştü. Fakat fikirlere öncelikle ‘pozitif’ten yaklaşmanın başka bir bakış açısı olduğunu sonradan anladım. Özellikle Silikon Vadisi’nde bizzat yaşadığım şey, insanların yeni fikirleri dinlemeye ve bunun da ötesinde bu fikirlere yatırım yapmaya istekli olmasıydı. Muhtemelen ‘çeşitlilik’ olgusuna farklı bir boyutta ilk temasım da bu şekilde oldu. Fark ettim ki biz insanlar, farklı ülkelerde ve fonksiyonlarda çalışırken çok daha fazla şeyi değiştirebilir, şekillendirebiliriz. Daha da önemlisi yeni bakış açıları geliştirmeye daha açık oluruz. Bu benim için iş hayatımı şekillendiren en önemli dönüm noktasıydı diyebilirim. Ama yalnızca bu değil.
3 çocuğumuzla beraber Hindistan’a taşındığımızda bu defa hem benim hem ailemin hayatında önemli bir değişimle karşı karşıya kaldık. Sosyal ayrımların bu kadar keskin ve görünür olduğu bir toplumda daha önce hiç yaşamamıştık. Çocuklarımın, yaşam tarzlarının bir sonucu olarak esneklikten uzak ve çok yoksul bir halkın görüntüleriyle karşılaşacak olması beni endişelendirmişti. Hatta itiraf etmeliyim, çocukların Hindistan’daki gerçek yaşamla şok olmamaları için acaba arabanın camlarını koyu renk perdelerle kapatsak mı diye düşünmedim değil. Tabii bunu yapmadık ve çocukların, içinde yaşadıkları toplumla, etraflarında ne olup bittiğiyle yüzleşmelerine izin verdik. Bize sürekli farklı konularda sorular sordular, biz de durumu değiştirmeden, olduğu gibi açıkladık. Bir yıl sonra evimize gelen konuklara Hindistan’daki halkın yaşamıyla ilgili durum hakkında empati ve hoşgörü ile açıklama yapmaya başlayanlar bu kez çocuklarımız oldu.
Yine öğrendiğimiz başka bir şaşırtıcı durum da Hindistan’daki kast sisteminin, hem ‘Dokunulmazlar’ denen ayrıcalıklı grubu, hem de aslında Hint toplumunun tabanını oluşturan ‘insancıllık ve hoşgörü’ algısını doğurmuş olmasıydı. Aylık maaşı belki 100 dolar olan şoförümün, haftada bir gün, kendi mahallesindeki yoksullar evine koca bir tencere mercimek çorbası götürdüğünü öğrendiğimde kendisi bundan mahcubiyet duymuştu. Çünkü ona göre bu tür şeylerin sessiz sedasız yapılması gerekiyordu. Şunu fark ettim ki, önemli olan yaptığınız katkının miktarı değil, asıl önemli olan ve sistemi hayatta tutan, kitlelerin içindeki bireylerin, mütevazı bir biçimde ve küçük de olsa katkı vermeye devam ediyor olması. Hindistan deneyimi farklı birçok açıdan benim hayatımda ayrı bir yer tutar.
Son olarak, içinde bulunduğunuz ortamda ‘farklı’ olmanın, toplumun sizin için öngördüğü rolleri olduğu gibi kabul etmeniz sonucunu getirmediği konusuna değinmek istiyorum, ki bu da, kendim de dâhil pek çok insan için hayatın önemli dönüm noktalarından biri bence. Benim örneğim okul yıllarıma dayanır. Dedemin daha 1924’te yurt dışına yerleşmiş olması nedeniyle yabancı bir toplumda yaşamanın ne demek olduğunu iyi biliyordum. Belki okulda ‘Alman’ olmayan bir çocuktum ama bu benim için hiçbir zaman sorun olmadı çünkü önümde çok çarpıcı bir örnek vardı: Fiziksel engellerine meydan okuyan ve kendini olduğu gibi kabul ettirmeyi başaran engelli bir okul arkadaşım. Bu arkadaşım, fiziksel durumu nedeniyle kendisine tabiri caizse ‘biçilen’ rolleri hiçbir şekilde kabul etmediği gibi, kendisini bu yönüyle ‘farklı’ olarak kabul ettirip zorlukların üstesinden geliyordu. Bununla da kalmıyor, farklılıklarıyla içinde bulunduğu ortamda ‘parlıyordu’. Bu durum bana, mevcut farklılıklarınızın sizi aslında benzersiz yapabileceği ve ayrıca ön plana taşıyabileceğini gösteren en çarpıcı örneklerden biridir. Başkalarından ‘farklı’ olan yönlerinizi olduğu gibi kabul edebildiğinizde, bunun sizin için aynı zamanda bir şans olabileceğini de kabul etmiş olursunuz. Böyle bir arkadaşa sahip olmayı da yalnızca iş hayatım için değil, tüm hayatım için önemli dönüm noktalarından biri sayıyorum.
Yorum yapılmamış