Basın ve Söyleşiler

Gelecek Bizim

31 Ekim 2025

Sayın Rektör Prof. Cemal Yıldız,
Sayın Prof. Küçükay,
Saygıdeğer öğretim üyeleri, değerli akademisyenler ve kıymetli meslektaşlarım,

Öncelikle Türk-Alman Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne, özellikle Prof. Dr. Ela Sibel Bayrak Meydanoğlu’na ve Almanya’dan katılım gösteren tüm fakülte ile üniversitelere teşekkür ederim. Akademi ile iş dünyasının birbirinden nasıl öğrenmeye devam ettiğini birlikte değerlendirmek üzere yeniden bir araya gelmekten büyük memnuniyet duyuyorum.

Konferansınızın “İşletme Yönetiminde Güncel Konular” başlığı, tam da bugünün ihtiyaçlarına hitap ediyor. Siz bu başlıkları akademik bir perspektiften ele alırken, biz de sanayide benzer bir değerlendirme süreci yürütüyoruz. 2025 yılını tamamlarken 2026’ya hazırlanıyor, bugüne kadar neler başardığımızı, neler öğrendiğimizi ve önümüzdeki dönemin bize hangi fırsatları sunacağını değerlendiriyoruz.

Geçtiğimiz hafta, Siemens’in üst yönetimi için Münih’te düzenlenen yıllık İş Konferansı’na katıldım. Bu konferans, yılın genel değerlendirmelerinin yapıldığı, hedeflerin güncellendiği ve geleceğe yönelik öngörülerin şekillendiği yoğun bir programdan oluşuyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, orada ele aldığımız birçok tema bugün burada konuşacağınız başlıklarla örtüşüyor.

Bunların başında ise yapay zeka yer alıyor. Sunduğu fırsatlar ve barındırdığı risklerle birlikte, yapay zekanın liderlik anlayışımızdan iletişim biçimimize; çalışma kültürümüzden, düşünme biçimimize kadar her alan üzerindeki etkisi artık göz ardı edilemez.

Siemens İş Konferansı’nın ana teması “Birlik Olarak Kazanmak” idi. Değişim, hız ve belirsizliğin dünyamızı tanımladığı bu dönemde, parçalı yapılara bölünmek yerine tek bir şirket olarak hareket etmemiz gerekiyor. Çalışanlarımızı, iş birimlerimizi ve müşterilerimizi ortak bir veri altyapısı, ortak bir teknoloji zemini ve ortak bir kültürle bir araya getiriyoruz.

Bu “birlik olarak hareket etme” yaklaşımı yalnızca Siemens’e özgü değil. Ölçek büyüdükçe kurum kimliğini tutarlı kılmak ve organizasyonun tüm parçalarını aynı amaç etrafında hizalamak her büyük şirket için kritik bir gereklilik hâline geliyor.

İlginçtir ki 1970’lerde bunun tam tersi bir yaklaşım modaydı. Şirketler yöneticilerini kurum içinde girişimci gibi davranmaya teşvik ediyordu. Kendi iş alanlarını sanki kendilerine ait birer işletmeymiş gibi yaratıcı, büyüme odaklı ve başarıya yönelik bir anlayışla yönetmeleri bekleniyordu.

Bu güçlü bir mesajdı ancak birçok kişi bunu yanlış bir çerçevede yorumladı. Büyük şirketlerin içinde küçük krallıklar ortaya çıktı. Her birinin kendi liderlik kültürü, kendi süreçleri ve kendi bağımsızlık hissi vardı. Parça parça başarılar elde ettiler fakat çoğu zaman bütünü gözden kaçırdılar. Bir şirketi gerçekten bir arada tutan şeyin ortak amaç, ortak bilgi ve ortak değerler olduğunu fark edemediler.

Bugün geldiğimiz noktada ise önemli bir eşiği geride bıraktığımızı görüyoruz. Artık gücümüzün tekil başarılardan değil, birbirine bağlı ve bütüncül bir başarı anlayışından geldiğini çok daha net anlıyoruz. İnsanların, teknolojilerin ve verilerin birlikte çalıştığı ortamlarda, hiçbir bileşenin tek başına yaratamayacağı bir etkinin ortaya çıktığını görüyoruz.

Tam da bu nedenle dijitalleşmede en yüksek verimlilik ve yaratıcılık, her şeyin ve herkesin bağlantı içinde olduğu ortamlarda mümkün hale geliyor. Gerçek dönüşüm makinelerin, sistemlerin ve insanların bilgiyi kesintisiz paylaşmasıyla kendini gösteriyor. Verinin kapalı yapılarda tutulduğu sistemlerden, öğrenen, öngören ve değer zincirinin tamamında sonuçları iyileştiren yaşayan bir ağ yapısına geçtiğimizde, dönüşümün etkisini net şekilde görüyoruz.

Yeni Siemens veri altyapısının temsil ettiği de tam olarak bu. Veri artık modern sanayinin yaşam kaynağı hâline geliyor ve sürekli öğrenmeyi mümkün kılarak birlikte büyümeyi destekliyor. Werner von Siemens’in 1886’da öngördüğü gibi, ilerleme bilgiyi kolektif hâle getirdiğimizde hız kazanıyor. Bilginin kişisel kullanım alanından çıkıp herkesin katkıda bulunabileceği ortak bir zemine dönüştüğü noktada gerçek gelişim ortaya çıkıyor. Bugün bu yaklaşım somut bir gerçeğe dönüşmüş durumda ve paylaşılan veri etkisini katlayarak büyütüyor.

Ancak teknolojik ilerleme, giderek yoğunlaşan yeni bir baskı ortamı yaratıyor. Ben buna dijital türbülans diyorum.

Bu durum yalnızca “dijital stres” olarak tanımlanamaz. Bitmek bilmeyen bilgi akışının insanı sürekli farklı yönlere çektiği, zihni görünmez bir türbülansla yorduğu bir baskı hissidir. Araştırmalar özellikle bu dijital girdabın içinde yaşayan ve çalışan genç nesilde kaygı seviyelerinin keskin bir şekilde arttığını gösteriyor. Zihnimiz artık aynı anda çok fazla sekmenin açık olduğu bir tarayıcı gibi çalışıyor.

İşte bu noktada yapay zekâ kritik bir rol oynayabilir. Dijital yükün yarattığı bu labirentte yolumuzu bulmamıza yardımcı olabilir, bilgiyi filtreleyebilir, içgörüleri ilişkilendirebilir ve odağımızı gerçekten önemli olana yönlendirebilir. Yargımızın ve düşünme biçimimizin yerine geçmesine izin vermeden bizi desteklemelidir.

Karl Popper’ın söylediği gibi hayat sürekli bir sorun çözme sürecidir. Her şey akış halindedir ve devamlı değişir. Hiçbir şey sabit kalmaz. Ayakta kalmak ve ilerleyebilmek için düşünmeye, durup değerlendirmeye ve farklı öğeler arasındaki bağlantıları görmeye zaman ayırmalıyız. Bu perspektif, inovasyonun ne anlama geldiğini daha iyi kavramamızı sağlar.

İnovasyonun özü yalnızca zekâdan değil, deneyimden gelir. Duyguları, amacı ve anlamı kavramaktan beslenir. Bunlar hiçbir makinenin gerçekten anlayamayacağı boyutlardır.
Bir makine veriyi işleyebilir ancak hayranlık duygusunu deneyimleyemez.
Kalıpları tespit edebilir ancak değerleri yorumlayamaz.
Sonuçları optimize edebilir ancak neyin uğruna çaba gösterilmesi gerektiğini tanımlayamaz.

İnovasyonu insan deneyimiyle birlikte ele aldığımızda, Siemens olarak fiziksel dünya ile dijital dünyanın kesişiminde konumlanıyor, yapay zekâyı bu bağlantıyı güçlendirmek için kullanıyoruz. Bunun güçlü bir örneği olarak dijital asistanımız Industrial Copilot, mühendislerin kod yazmasına, otomasyon sistemleri tasarlamasına ve fikirlerini saniyeler içinde test etmesine yardımcı oluyor. Bu sayede insanlar yaratıcılıklarını ortaya koyuyor, daha hızlı kararlar alıyor ve yenilikçi fikirler geliştirebiliyor. İnsan sezgisi her daim yön gösterici oluyor.

Bu gelişmelere genel olarak olumlu baksam da temkinli davranmayı tercih ediyorum. Eğer bunu şüpheci bir yaklaşım olarak değerlendireceksek, bunun nedeni öğrenme sürecinin hâlâ devam ediyor olmasıdır. Yapay zekâ öğreniyor, biz de onunla birlikte öğreniyoruz. Yapay zekânın bizi nasıl dönüştürebileceğini anlamaya çalışıyoruz. Bu dönüşümün bizi hangi yöne taşıyacağını ise dikkatle değerlendirmemiz gerekiyor.

Bu sorunun iki boyutu var. İlk olarak, teknolojiyi nasıl konumlandırdığımız önemli. Onu insanı destekleyen bir araç olarak mı görüyoruz, yoksa karar süreçlerinde etki alanını gereğinden fazla mı genişletiyoruz? İkinci olarak, zaman içinde hangi yetkinliklerin dönüşeceği sorusu karşımıza çıkıyor. Yapay zekâ yakında yüzde 99,9 doğruluğa ulaşabilir. O zamana kadar ürettiği sonuçları değerlendirecek ve anlamlandıracak uzmanlara hâlâ ihtiyacımız var. Peki ya neredeyse kusursuzluğa ulaştığımızda ne olacak? Sistemi sorgulayabilen, algoritmanın göremediğini fark edebilen o uzmanları yetiştirmeyi bırakırsak, işte o zaman neyle karşılaşacağız?

Burada kurucularımızın mirası hâlâ derin bir anlam taşıyor. Werner von Siemens, 1886 yılında bilimin ve teknolojinin birlikte ilerlemesiyle insanlığın yükseleceği bir çağdan söz ederken, ilerlemenin akıl ve ahlaki bir amaçla yönlendirilmesi gerektiği konusunda da uyarmıştı. Yaklaşık seksen yıl sonra Ernst von Siemens, yönetimde değerlerin performanstan önce geldiğini ve liderliğin temelinde güven ile empati olduğunu hatırlattı.

Verdikleri mesaj zamansızdı. Teknoloji hiçbir zaman düşünmenin yerini almamalı, liderlik karakterini asla kaybetmemeli ve ilerleme her zaman insanı merkeze alarak devam etmeliydi.
Yapay zekâ çağına girerken de aynı yaklaşımı sürdürüyoruz; yeniliğin insanlara hizmet etmesi, büyümenin topluma değer katması ve bilginin sorumlu bir şekilde paylaşılması gerektiğine inanıyoruz.

Önümüzde duran zorluklar ve fırsatlar da artık net bir biçimde görünür hâle geldi.
Dijital dünyanın yarattığı karmaşayı, işleri sadeleştirerek ve odaklanarak aşmalı; yapay zekânın insanın yerini almasına değil, insanı daha güçlü hâle getirmesine odaklanmalıyız.
Sadece sistemleri kullanan değil, onları anlayan, sorgulayan ve geliştiren insanlar yetiştirmeliyiz.
Bu yaklaşımın etkisini büyütmek içinse veri, teknoloji ve insanın birbirini güçlendirdiği ortak bir çalışma zemini kurmalıyız.

İşte tam bu noktada akademinin rolü kritik bir önem taşıyor.
Sanayi, geleceği birlikte şekillendirmek için üniversiteleri en önemli ortaklarından biri olarak görüyor. Teknolojinin kurumlar ve insanlar üzerindeki etkilerini anlamak için akademik araştırmalar kritik bir rol üstleniyor; bu etki yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda etik, sosyal ve psikolojik boyutlarla birlikte ortaya çıkıyor.
Teknolojinin hızla dönüştüğü bir çağda, yalnızca araçları kullanan değil, onları anlayan, sorgulayabilen ve yorumlayabilen bireyleri yetiştirme konusundaki rolünüz belirleyici hâle geliyor. Bu zemin, iş dünyasının sorumlulukla, verinin bilgelikle, yeniliğin ise amaçla buluşmasında önemli bir rol oynuyor.

Gelecekte ne olacağını tam olarak bilemesek de onu bilgiyle, merakla ve cesaretle şekillendirebiliriz.

Ve unutmayalım; yenilik, düşünmekle başlar.
Liderlik, karakterle belirlenir.
İlerleme ise ve her zaman insanın hikâyesidir.
Bu bakış açısıyla ilerlediğimiz sürece geleceğe güvenle yürürüz.

Gelecek, söylediğim gibi, önceden belirlenmiş değildir.
Onu şekillendirecek olan bizleriz.

No Comments

    Leave a Reply


    ReCAPTCHA doğrulama süresi sona erdi. Lütfen sayfayı yeniden yükleyin.