Çevre – Hüseyin Gelis https://gelis.org Wed, 26 Dec 2018 09:07:52 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.5 Berlin’i ‘otantik’ bir biçimde ‘elektrikli araç’la keşfetmek mi? https://gelis.org/tr/2016/11/08/berlini-otantik-bir-bicimde-elektrikli-aracla-kesfetmek-mi/ https://gelis.org/tr/2016/11/08/berlini-otantik-bir-bicimde-elektrikli-aracla-kesfetmek-mi/#respond Tue, 08 Nov 2016 08:56:06 +0000 https://gelis.org/?p=609 İlk duyduğunuzda kulağa biraz tuhaf geliyor değil mi? Birşeyi ‘otantik’ olarak nitelendirebilmek için oldukça uzun bir zaman gerektiğini düşünürsek evet haklısınız. Halbuki elektrikli araçlar yeni bir konu değil mi?

Bu yıl 200. doğumgünü kutlanan kurucumuz Werner von Siemens, gerçek bir dahiydi. Fakat tek özelliği bu değildi: Kendisi aynı zamanda günümüzün ‘start-up‘ kurucuları gibi başarılı bir girişimciydi de. Bugün yaklaşık 350 bin çalışanıyla 200’den fazla ülkede faaliyet gösteren bir şirketin kurucusu. Bunda kuşkusuz vizyonerliğinin büyük rolü var. Werner von Siemens gibi öncüler daha 20. yüzyılın başında, 1900’lü yıllarda Berlin’i elektrikli bir şehre (Electropolis) dönüştürmüşlerdi. Bugün dördüncüsünü konuştuğumuz Endüstri devrimlerinin ikincisi elektrikle ortaya çıkmıştı ve Berlin hızla elektrik endüstrisinin Avrupa’daki merkezi oldu. Bizden bir örnek vermek gerekirse İstanbul’a 1914 yılında ilk elektrikli tramvayı getiren de Siemens oldu.

Bunlar az çok bilinen şeyler. Peki modern ulaşımın yalnızca ‘içten yanmalı motorlar’la değil de ‘elektrikli araçlar’la başladığını kaç kişi bilir? Özellikle Berlin’deki ulaşım çoğunlukla bu şekilde sağlanıyordu. C.2 Phaeton olarak da bilinen Porsche’un ilk elektrikli taşıtı olan Porsche P1’in de üreticisi olan Egger-Lohner farklı girişimcilerle birlikte Charlottenburg’da elektrikli araçlar üretirken, Werner von Siemens de, bundan tam 134 yıl önce 1882’de Halensee’de ‘Elektromotor’ hayalini gerçekleştiriyordu.

Bugün artık gündemimizde ‘enerjinin geleceği’ , ‘sürücüsüz araçlar’ gibi konular var. Her ne kadar ticari olarak yaygınlaşması 100 yıldan uzun sürmüş olsa da elektrikli araçlar giderek daha fazla kullanılıyor. Bunun en önemli nedeni kuşkusuz ‘çevre duyarlılığı’. Peki ‘sürücüsüz araçlar’ gibi başka bir vizyoner gelişmenin yaygınlaşması için de benzer bir motivasyonu 100 yıl beklememiz gerekecek mi? Üzerinde düşünmeye değer.

]]>
https://gelis.org/tr/2016/11/08/berlini-otantik-bir-bicimde-elektrikli-aracla-kesfetmek-mi/feed/ 0
Sosyal medya kullanıcılarına göre, “Akıllı şehirlerde en büyük öncelik, hayat”! https://gelis.org/tr/2015/11/24/sosyal-medya-kullanicilarina-gore-akilli-sehirlerde-en-buyuk-oncelik-hayat/ https://gelis.org/tr/2015/11/24/sosyal-medya-kullanicilarina-gore-akilli-sehirlerde-en-buyuk-oncelik-hayat/#respond Tue, 24 Nov 2015 10:01:20 +0000 https://gelis.org/?p=612 Bence sosyal medyanın en güzel yanı, geri bildirimlere ve fikir alışverişlerine imkan tanıması. Bu inancımı destekleyen örneklerden birini geçtiğimiz günlerde yaşadım. Twitter, LinkedIn, Facebook ve Google+ hesaplarımda Siemens Customer Magazine’de yayımlanan bir röportaja yer verip takipçilerimin “akıllı şehirler” ile ilgili görüşlerini öğrenmek istemiştim.

Yorumlardan bazıları “akıllı şehir” kavramını insanların hayatını kolaylaştıran şehirler ve altyapılar olarak tanımlarken bazıları da “akıllı şehirlerin” daha fazla karmaşa getireceğini öne sürüyordu. Elbette her konuda görüş ayrılıklarının olması doğal. Ama sanırım bu noktada odaklanmamız gereken, teknolojiyi günlük yaşamda faydaya dönüştürmek açısından teknoloji şirketlerinden beklenenler.

Gördüğüm kadarıyla en büyük beklenti ulaşımda, güvenlikte ve çevreci yaklaşımlarda iyileştirmeler yapılması. Dolayısıyla sadece bina teknolojilerine değil, ulaşım teknolojilerine de odaklanmak gerekiyor. Ulaşım anlamında gelen yorumlar arasında beni en çok etkileyen, ambulansların yoğun şehir trafiğinde gecikmesinden kaynaklanan kayıplar oldu.

Siemens’in Gelecek ve Trendler adlı dergisinin Kasım sayısında aslında bu konu hakkında çok önemli bir yazı var. Yazıda Siemens ve iş ortaklarının bir Avrupa Birliği projesinden söz ediliyor. Projede, trafik ışıkları ile sürücüler arasında bağlantı kurularak kentsel trafiğin rahatlatılması hedefleniyor. Test sürecinde 12 ambulans, iki elektrikli araç ve 20 sinyal sistemi çeşitli iletişim birimleriyle donatıldı. Bu iletişim birimleri her 10 saniyede bir, yol üzerindeki noktalara özel bir WLAN ağı aracılığıyla bilgi gönderiyor. Örneğin bir ambulansın yaklaştığı bilgisi geldiğinde, trafikte ciddi bir sorun oluşmayacaksa trafik ışığı yeşile dönüyor. Saniyelerin bile önemli olduğu durumlarda, bu tür teknolojik gelişmeler hayat şansını artırabilir diye düşünüyorum. Neticede, her konuda olduğu gibi, akıllı şehirler söz konusu olduğunda da öncelik hayatın olmalı.

]]>
https://gelis.org/tr/2015/11/24/sosyal-medya-kullanicilarina-gore-akilli-sehirlerde-en-buyuk-oncelik-hayat/feed/ 0
“Keşke!” demeden önce https://gelis.org/tr/2014/07/08/keske-demeden-once/ https://gelis.org/tr/2014/07/08/keske-demeden-once/#respond Tue, 08 Jul 2014 09:01:19 +0000 https://gelis.org/?p=882 Kısa bir süre önce İstanbul’da, 2014 Avrupa, Orta Doğu ve Afrika Bölgesi (EMEA) Çevre, Sağlık ve Güvenlik Konferansı’nı (EHS Conference) gerçekleştirdik. Bu konferans vesilesiyle şirketteki arkadaşlarımız çevre, sağlık ve güvenlik konularının neden bu kadar önemli olduğu ve neden her daim yüksek kaliteli standartlar uygulamamız gerektiğini bir kez daha konuşma fırsatı buldu.

Pek çok açıdan lider olmayı hedefleyen bir şirket olarak biz Siemens’te EHS (Çevre Sağlık Güvenlik) konusunu dikkatle ele alınması, yatırım yapılması ve yüksek standartların belirlenmesi gereken çok önemli konulardan biri olarak görüyoruz. Yüksek standartlarıyla lider şirketler arasında önemli bir örnek haline gelen Siemens’te bizler, EHS konusunun hem itibarımızı hem de güvenilirliğimizi arttırdığının farkındayız. EHS yaklaşımımız, rekabet gücümüzü de yükseltiyor ve “herkes için sorumluluk” hususunda Siemens’i farklı kılıyor. Bu durumun, ‘sorumluluk’ inancıyla iş hayatında faaliyet gösteren diğer tüm şirketler için de geçerli olması gerektiği kanısındayım.

Hepimizin bildiği gibi Türkiye, gelişme hızına paralel olarak üretim kapasitesi ve işgücü katılımı da gün geçtikçe artan, hızla gelişen dinamik bir ülke. Bu nedenle EHS uygulamalarındaki sıkıntılar da büyük önem arzediyor. Türkiye’nin yıllardır karşılaştığı zorlukları gözönüne aldığımızda ülkeye çevre, sağlık ve güvenlik gibi alanlarda çokuluslu uzmanlık, uygulama stratejileri ve en iyi örnekleri taşıyabilecek bizim gibi şirketler için Türkiye’de yapacak çok iş olduğu görülür. Sağlık ve Güvenlik konulu Türk Mevzuatı’nda AB Direktifleri’nin benimsenmesine ve bu mevzuatın 2013 yılında yürürlüğe girmesine rağmen, ülkemizdeki pek çok işyerinde halen yüksek çalışma risklerinin olduğunu görüyorum. Ne yazık ki, işyerlerinde hayati önem taşıyan bu standartların eksikliğinden kaynaklanan pek çok acı yaşadık. Soma’da meydana gelen ve 301 kişinin hayatına mal olan maden kazasından çıkarmamız gereken çok ciddi dersler var. Bu nedenle, hızla büyüyen ülkemizde EHS standartlarının en uygun hale getirilmesinde Siemens gibi şirketlerin katkıları ve uygulamaları hayati önem taşıyor.

Güvenli bir yaşamı sürekli kılmak her gün kendimizden en büyük beklentimiz olmalı. Bu durum sadece iş hayatımızla değil, günlük hayatımızla da ilgili. Siemens’te bizler, “Zero Harm” (sıfır zarar) kültürünü benimsedik ve bunun tüm çalışanlarımız için örnek teşkil etmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Birer anne-baba, birer aile üyesi ve toplumun bir parçası olarak sizler de, ‘çevre, güvenlik ve sağlık’ konularının her zaman öncelikli olması gerektiğini düşünmüyor musunuz? Muazzam bir genç nüfusa sahip gelişen bir ülke olarak, şu anda bu konunun bizler için her zamankinden çok daha önemli olduğuna inanıyorum. Hepimizin iyiliği için…

]]>
https://gelis.org/tr/2014/07/08/keske-demeden-once/feed/ 0
Çevre ‘sonsuza kadar’ mı? https://gelis.org/tr/2014/06/05/cevre-sonsuza-kadar-mi/ https://gelis.org/tr/2014/06/05/cevre-sonsuza-kadar-mi/#respond Thu, 05 Jun 2014 12:10:41 +0000 https://gelis.org/?p=751 Biz insanlar başarısızlık ve kayıtsızlıklarımızı bizlere hatırlatacak özel günler seçmek ve onları isimlendirmek gibi bir iletişim yöntemi geliştirmiş durumdayız. Peki ‘Dünya Çevre Günü’nü düşünürken benim aklıma neler geliyor?…

Aklıma gelen şey, önce ‘pişmanlıklarımız’, daha sonra da ‘sorumluluğumuz’. Pişmanlıklarımız, çünkü çevre, güvenlik ve sağlık gibi konulara sanki ‘en önemli başlıklarımızdan değillermiş’ gibi davranarak gelecek nesillerin yaşam alanlarını ihmal ediyoruz.

Pişmanlıklarımız, çünkü bu konuları konuşuyor ve böyle günleri kutluyor olmamıza rağmen bunları yaşam biçimlerimizi ve geleceği nasıl geliştireceğimizi etkileyen ana konulardan biri yapmıyoruz.

Ve yine pişmanlık yaşıyoruz, çünkü sadece artık çok geç olduğunda, örneğin insanların hayatına mal olan bir durum ortaya çıktığında, reaksiyon gösteriyoruz.

Aslında tüm bu noktalar gelecek nesillere borçlu olduğumuz sorumluluğumuzun çok önemli bir bölümünü  oluşturuyor. Bence yarın “Keşke bilseydik” dememek için Dünya Çevre Günü’nü kutlarken ‘sorumluluk’ olgusunu herşeyden önceye koymamız gerekiyor.

Dünya Çevre Gününüz kutlu olsun!

]]>
https://gelis.org/tr/2014/06/05/cevre-sonsuza-kadar-mi/feed/ 0
Mucizeler her zaman yaşanır!.. https://gelis.org/tr/2013/06/13/mucizeler-her-zaman-yasanir/ https://gelis.org/tr/2013/06/13/mucizeler-her-zaman-yasanir/#respond Thu, 13 Jun 2013 10:14:37 +0000 https://gelis.org/?p=637 2010’lu yılların başlarında bulunduğumuz bu dönemde yeni teknolojilere yönelik çok büyük beklentilerimiz var. Örneğin Federal Almanya Hükümeti adeta bir gecede nükleer santralleri kapattırıyor ve deniz rüzgâr santralleri, biokütle, enerji tasarrufu teknolojileri, “akıllı” elektrik şebekeleri ve belki de Afrika çöllerinde devasa bir güneş enerjisi santrali gibi yeni teknolojiler sayesinde bunu telafi edebileceğini iddia ediyor. Teknolojik yapılabilirliğe olan inanç bu olsa gerek!

Teknoloji ‘nelere kadir’?
Şu anda yaşadığımız teknolojik iyimserlik, elbette 100-150 yıl önceki iyimserlikten daha farklı bir nitelik taşıyor. Örneğin 1851 yılında, dünya kamuoyu Londra’daki Kristal Saray’a ayak basıp, 1. Dünya Fuarı’nın* mucizevî yeniliklerini hayretler içerisinde izlerken, dünyanın durdurulamaz bir şekilde daha iyiye doğru geliştiğinden, insanın teknolojiye hükmettiğinden ve teknolojinin insan hayatını daha zengin hale getireceğinden emindi. Belki o kadar geriye gitmeye bile gerek yok, kendimden de örnek verebilirim. 35 sene önce çalışma hayatına girdiğimde öyle herkesin masasında telefon bulunması gibi bir durum yoktu. Bugün dünyanın en yaygın iletişim aracı olan telefon ancak belli pozisyonlardaki çalışanlara verilirdi ve bizim ofisimizdeki en yaygın iletişim aracı da Siemens’in T100 Teleprinter’ları idi. Ve eminim teknolojinin hayatları ‘iyileştireceğine’ dair beklenti ve iyimserlik o zaman da devam ediyordu. Bugün ise, yeni teknolojileri daha çok‘en kötü duruma mani olabilmek için’ bekliyoruz. Sadece Fukushima’dan dolayı da değil; nereye bakarsak bakalım, dünya imdat sinyalleri veriyor…

Bugünün teknoloji dünyasını hareket halinde tutan ve geleceği biçimlendiren temel birtakım ‘megatrendler’ olduğunu bir süredir dile getiriyoruz. Bunlar ana hatlarıyla dört başlık altında toplanıyor: Kentleşme, Küreselleşme, İklim Değişiklikleri ve Nüfus Yapısındaki Değişiklikler. Tüm bu megatrendlerin kapsamında yer alan farklı konulara baktığımızda bir numaralı acil konunun ‘çevre’ olduğunu görüyoruz. Bu şekilde tüketmeye, çoğalmaya, seyahat etmeye ve iktisadi faaliyette bulunmaya devam edersek yaşam dayanaklarımızı kendi ellerimizle yok edeceğiz.

İki numaralı acil konu, yoksulluk. Yoksulluktan tek çıkış yolu var: Eskiden yoksul olan Çin, Brezilya veya Hindistan gibi ülkelerde son yıllarda ortaya çıkan ve hayretler içerisinde izlediğimiz muazzam ekonomik büyüme. Bu büyümenin bir şekilde durması veya sekteye uğraması halinde savaşların ve sefaletin içersisinden, daha zengin bölgelere doğru kitlesel göçlerin yaşanması tehlikesi ile karşı karşıya kalabiliriz. Hindistan’da yaşadığım dönemde civarında bulunan yoksul mahallelerdeki aileleri her hafta ‘koca bir tencere çorba ile’ desteklemeye çalışan insanlar tanıdım. Bu elbette bir değerdir, bireysel bazda takdir edilesi bir sürdürülebilirlik örneğidir, ancak insanları sistemli bir biçimde yoksulluktan çıkarabilmek çok daha planlı ve kapsayıcı bir yönetim anlayışı gerektirir. İnsanların daha iyi bir hayat uğruna yerlerinden yurtlarından ayrılmak zorunda kalmaları çoğunlukla ‘dramatik’ durumlara işaret eder. Bu durumun ortaya çıkarabileceği sonuçlar ise tahmin bile edilemez. Fakat bu saydığımız ülkeler de Batılı toplumların yaptıklarının aynısını yaparlarsa, yakın bir gelecekte dünyanın tüm kaynakları tükenme sinyali verir. Üstelik yalnız petrol, su veya madenler gibi ekonomik değeri olan doğal kaynaklar değil, dinlenmek amaçlı gidilen sahiller bile yetersiz kalır.

Üç numaralı acil durum ise ‘nüfus yapısı’. Batılı toplumlarda, Japonya’da ve Çin’de yaşlıların toplam nüfus içerisindeki oranı hızla artıyor. Herkes gibi bu insanların da hayatlarını bir şekilde idame ettirmesi gerekiyor. Ama bu durum çalışma çağındaki insanlar üzerinde ‘üretkenliklerini artırma’ baskısı da yaratıyor. Bu noktada teknolojik yenilikler bir çıkış yolu olabilir. Ya da emekliler, emekli olmayı bırakıp işin ucundan tutmaya devam edecekler., Öyle üç dört yıllığına da değil, uzun süreler için. Ancak bunun için de sağlıkları yerinde olmalıdır. Sizce şu andaki tıp, mevcut koşullarla bunu sağlayabilir mi?

‘İcatlar’ın çıkış noktası: ‘İhtiyaçlar’
İhtiyaçlar icatların anasıdır. Güneş enerjisiyle çalışan uçaklar, doğal kaynakları koruyan toplu taşıma sistemleri, ekolojik açıdan doğru ayrıştıran tuvaletler, yaşlılıkta performansı arttıran beyin dopingi ve benzer gelişmeler. Bunların hepsi büyüleyici fikirler ve gerçekleşmeleri halinde de, gerçek birer ‘dünya harikaları’…

Hâlihazırda en çok tartışılan teknolojiyi ele alalım: Enerji teknolojisi. Almanlar gelecekte ne nükleer enerjiye muhtaç olmamak, ne de nükleer enerjiden çıkışı telafi etmek için atmosfere fazladan CO₂ salmak istiyorlar. Alman halkının iradesi ve Berlin’in kararı bu yönde… Peki, bizimki gibi gelişmekte olan ülkelerin bu konudaki yaklaşımı ne olmalı?

Aslına bakarsanız enerji ihtiyacımızı nükleer ve aynı zamanda iklime zarar vermeyen enerji kaynaklarından karşılayabilmemiz, hiçbir şekilde ‘sadece mühendislerin ve şirketlerin aklına gelen şeylere’ bağlı değil. Bu teknolojileri ne büyüklükte bütçelerle sübvanse edeceğimize de bağlı değil. Hatta asıl mesele bu bile değil. Çünkü çevre dostu yollardan elde edilen enerjiyi, şimdiye kadar yaptığımız gibi gelecekte de hiç kaygı duymadan, tasarruftan uzak bir biçimde kullanabileceğimizi ve israf edebileceğimizi düşünürsek, yeni döneme zaten yanlış bir başlangıç yapmış oluruz. Dolayısıyla kolektif yaklaşım, öncelikle, yarar getirmediğini bildiğimiz mevcut davranış biçimlerinden uzaklaşmayı gerektiriyor. Yoksa yerimizde sayıyor olacağız. Örneğin, önemli bir kısmı Asya kıtasına kaydırılan fotovoltaik hücre üretimi sonucunda bölgede çevreye yoğun miktarda zehirli madde salgılanıyor. Keza, çok sayıda plansız yeni rüzgâr çiftliği ve enerji nakil hattının kurulmasına yönelik yoğunlaştırılmış bir program, her inşaat furyası gibi çevre ve sağlığa zarar verebilir. Sadece bu sebeplerden dolayı bile enerji tasarrufunu bir yaşam biçimi haline getirmemiz gerekiyor. Ve bu öğrenilebilir bir şey, yeni enerji çağına doğru yola koyulmak öncelikle eğitimle ilgili, teknikle değil!.. Konuyu daha önce bahsettiğim ‘dünya harikaları’ olgusuna bağlayacak olursak ,asıl yeni ‘dünya harikası’, ‘insanların davranışlarını değiştirmesi’ olurdu!..

Bir de öğrenmeyle icat etme arasındaki ilişkiye değinmek istiyorum. Farklı yaşamak isteyen bir toplumun, teknolojiye yönelik yeni beklentileri de olur. Yeni şeyler icat eder. Muhtemelen 20-30 yıl sonra enerji üretimi, enerji verimliliği ve hammadde kıtlığı hakkında bugünkünden farklı bir şekilde konuşacağız. Bunun nedeni de, mucit ve mühendislerin parlak fikirlere sahip olmaları ve toplumun da bu fikirleri faydalı bir şekilde değerlendirmesi olacak.

“Ne, ne zaman ve nasıl” sorularına ilişkin fazla tahminde bulunmak kuşkusuz mümkün değildir. Zira yeni teknolojiler her zaman şu anlama da gelir: Tesadüfler ve sürprizler. 18. yüzyılın ikinci yarısında bir İskoçyalı, buhar makinesinin geliştirilmesi için çabaladı. James

Watt, buhar makinesine ayrı bir kondansatör eklemeyi başardığında, makinenin verimini üç kat arttırmış ve böylece sanayi devrini başlatmış oldu. Metalürjiden tutun da, gerekli sermaye ve büyük bir proletaryaya kadar bütün diğer şartların da mevcut olmasın sebebiyle artık tam yol ilerlemenin önünde bir engel kalmamıştı.

Bir sonraki ivme de benzer bir şekilde oluştu: Amerikalı Samuel Ruben 1942 yılında, önce askeri telsizlerde, daha sonra da işitme cihazlarında ve saatlerde kullanılan minyatür cıva bataryasını icat etmişti. Altı yıl sonra William Shockley’in çalışan ilk transistoru üretmesiyle birlikte birdenbire, insanlı uzay yolculuğunu, televizyonu ve daha sonra bilgisayar çağını mümkün kılan teknik bir ikili meydana geldi. Ve bütün bunlar ‘planlanmamıştı’.

Bu tür ‘hesaplanmayan’ gelişmeler aslında teknoloji tarihi için tipiktir. Planlama vasıtasıyla teknolojik gelişmenin sadece daha can sıkıcı ve aşamalı türleri programlanabilir: Aya iniş gibi, bilim adamlarının kimyasal bileşikleri sırasıyla deneyerek oluşturduğu ‘ilaç endüstrisi’ gibi derli toplu projelerde planlama yöntemi zaman zaman işe yaramıştır. Ancak bir sonraki çığırın ne şekilde açılacağını kimse bilmiyor. Belki de tam şu anda herhangi bir laboratuarda geliştirilen yeni bir malzeme veya yeni bir yazılım bir sonraki çığırı açacak olan teknolojik gelişme olacak. Göreceğiz.

Bir de şu faktör var: Gerçek yenilik çoğu zaman, bir teknolojinin beklenmedik bir şekilde kullanılmasında saklıdır. Örneğin eğlence amaçlı kullanılması öngörülen ilk mikroskoplar, bilimin kudretli araçları haline geldiler. Bugün en etkili sosyal platformlardan biri olan Facebook başlangıçta flört ve buluşma platformu olarak düşünülmüştü. Şunu söylemek istiyorum: Kullanıcıların hayal gücü, mühendislerin hayal gücünü aşıyor.

Yazımı yine bu nokta üzerinden bitirmek istiyorum. İnsanların en çok kullandığı iletişim yöntemlerinden biri olan SMS, başlangıçta sadece “teknik personelin kontrol sinyalleri için” düşünülmüştü. Günümüzde ise telefonla konuşmaktan daha önemli hale geldi. Harvard’da görev yapan iktisatçı Robert Jensen ve birlikte çalıştığı bilim adamlarının 2007 yılında yaptıkları şu tespit kimin aklına gelirdi ki: Cep telefonlarının kullanılmaya başlaması, Güney Hindistan kıyılarındaki balıkçıları yoksulluktan kurtaracaktı. Balıkçılar, teknelerinden kendi aralarında ve karadaki müşterileriyle avlanacak balık miktarı ve fiyatlarını görüşmeye başlamıştı. Yeni keşfedilen bir şey yoktu – en azından mühendisler tarafından. Fakat balıkçılar, yeni bir üretim şeklini keşfetmişti.

Cep telefonu balıkçılar için bir dünya harikasıydı. Yani iyimser olabiliriz: mucizeler her zaman yaşanır.

]]>
https://gelis.org/tr/2013/06/13/mucizeler-her-zaman-yasanir/feed/ 0